Entegrasyona Ulaşmak
Bazı kavramlar insanın aklında bile olmazken gün geliyor ve hayatının tam ortasına yerleşiveriyor. Entegrasyon da benim için öyle. Ben Sünni bir Türk olarak Türkiye’de doğdum. Özel okullarda, bana benzeyen insanlarla okudum. Evde konuştuğum dili okulda da konuştum. Elbette ki farklılıklar vardı, elbette ki hepimiz aynı değildik ama genel çerçevesiyle bir çoğunluk vardı, bir Türk toplumu, bir “hizmet hareketi” dairesi vardı etrafımda ve en nihayetinde ben bu sosyal hayatın bir parçasıydım. Geçimli bir insan olduğum da söylenebilir. Bu yüzden hiçbir zaman, hemen hiçbir konuda kendimi ‘entegre olmak’, uyum sağlamak için uğraşır bulmadım. Her zaman çoğunluğun parçası oldum ve öyle hissettim.
Bu durum önce Türkiye’de bir Türk’ken azınlık durumuna düşmemle değişti ve Hollanda’ya göçmemle birlikte tam tersine döndu. Ben buraya geldiğim andan itibaren ne sosyal olarak ne etnik olarak ne dini olarak ne konuştuğum dil olarak ait olmadığım ve uyum sağlamak için çaba göstermem gereken bir ülkede hayatımı sürdürmeye başladım.
Bu zamana kadar çoğunluğun parçası olarak entegrasyona hep tepeden bakan ben, entegre olması gereken taraf oldum. Hiç çaba göstermeden bu topluma ait olan insanların karşısında onların hiçbir zaman göstermek zorunda olmadıkları kadar çaba göstererek uyum sağlamaya çalışan bir mülteci olarak buldum kendimi. Bu mülteci olma durumunun ve ruh halininin herhangi bir azınlık olmak durumundan farklı olduğunu belirtmek isterim. Fark şu ki ben entegrasyon kavramını bir çoğunlukken öğrenip altını doldurdum ve gün geldi şimdi altını doldurduklarım; iyi veya kötü yargılarım, beklentilerim ve gözlemlerim kendi sırtıma yük oldu.
En basitinden eskiden çabasız ve akıcı konuştuğum lisanımın yerini, hem de çabalayarak ancak belirli ölçüde kendimi ifade edebildiğim bir dil aldı. Beni tanıyan bazıları şu anki dil seviyemi övüp beni utandırabilirler ancak ben kendi içimde inanıyorum ki ben, en azından şu anki sahip olduğum Hollandaca ile bir Hollandalının gözünde bu toplumun bir parçası değilim. Elbette ki Hollandalılar çok nazik insanlar ve konuştuğum Hollandaca ile dahi bana iltifat edip kat ettiğim gelişme için tebrik ediyorlar. Ama işin tuhafı ben o iltifat ve tebrikleri dahi entegre olması çok da beklenmeyen birinin uğraşları için söylenen küçümseyici sözler olarak görüyorum çünkü en başta ben kendimden memnun değilim. Ben kendimi, kendi üzerimdeki beklentilerimden dolayı ‘aşağı’ bir pozisyonda buluyorum. Ben bir mültecinin ya da azınlığın, toplumun parçası olmasına yetecek kadar olan entegrasyonu değil, benim çoğunluğun parçası olduğum bir entegrasyonu istiyorum. Çünkü ben öyle bir toplumda büyüdüm.
Sadece ben de değil burada hangi birimiz razı oluyor belediyelerin bize verdikleri işlere. Paketleme yapmak ya da sokak süpürmek nasıl geliyor nefislerimize mesela? Ben meselenin sadece maddi boyuttan ibaret olduğunu düşünmüyorum, mesele biraz da statü meselesi. Neredeyse biz kendimize yediremiyoruz başkalarının bize bu işleri layık görmesine. Belki biraz ağır ifade ettim ama benim bakış açımla öyle. Mesela kamp deneyimlerimden ben biliyorum ki bizler kendimizi kalan bütün ‘mülteciler’den ayrı tutmayı seviyoruz. Bizler daha eğitimli olanlarız, bizler daha temiziz, daha uyumluyuz ve diğerleri de onlar da buraya entegre olması gereken yabancılar. Bir Türk deyimi der ki misafir misafiri istemezmiş. Bizler ayrı tutulmaktan ve farklı muamele görmekten hoşlanıyoruz, kim hoşlanmaz ki. Bir seferinde bir arkadaşımın konuşmasında dikkatimi çekti, o zaman o sanıyordu ki meşhur Dublin anlaşması sadece Yunanistan’dan gelen ‘Türklere’ uygulanmıyordu. Halbuki Yunanistan sınır ülkesi olduğu için oradan gelen herhangi bir mülteciye uyruğu ne olursa olsun, eğer Yunanistan iade kabul etmiyorsa Dublin uygulanmayabiliyor. Elbette ortada kötü bir niyet yok ama şaşırdığım durum arkadaşım nasıl oldu da bu uygulamayı nasıl oldu da sadece Türkiyelilere uygulandığı yönünde bir yorum geliştirdi. Neydi ki bizi böyle özel yapan, kendi gözümüzde?
Gel gör ki realite insanın yüzüne sert bir şekilde çarpıyor. En nihayetinde bizler de içine doğmadığımız bir dili öğrenmek için çaba sarf ediyor, kendimizden belki de daha kalifiye olmayan ama bu toplumun parçası insanlarla aynı iş marketinde rekabet ediyoruz. Üstüne üstlük hem isimlerimiz hem yüzlerimiz hem de aksanlarımız bizlerin dışarıdan gelen yabancılar olduğunu ele veriyor.
Ve ne oluyor en nihayetinde? Dedim ya çoğunluğun bir parçasıyken altını doldurduğum bir entegrasyon kavramı var diye. İşte o kavram, yıkılıyor insanın üstüne. Ne kadar da senin dil gelişimine iltifat etseler, sen bir yerlere gelsen, iyi notlar alsan dahi, insan en nihayetinde kendi kafasındaki entegrasyona ulaşmaya çalışıyor. Bir zamanlar olduğu gibi ait hissetmek istiyor belki de ve bazen bu uğurda kendini farklı yapan özelliklerinden dahi taviz vermeye razı olabiliyor. Aidiyet, ait olmak, entegre olmak, bunlar çok güçlü kavramlar. Ama en nihayetinde kavramlar güçlerini bizim onlara yüklediğimiz anlamlardan alıyor. Kimisi için entegrasyon A2’yi almak, kimisi için B2’yi vermek, kimisi için Hollandalı arkadaşlarının Türk arkadaşlarından fazla olması, kimisi için de Hollandalılardan ayırt edilemeyecek olmak. Kimisinin entegrasyonu 3 sene sürecek, kimisi bir ömür boyu entegre olmak için uğraşacak. Ben de entegre olmak için uğraşıyorum, NT2 sınavımı verdim, 3 seneden fazladır Hollanda’da yaşıyorum ama entegrasyonumu tamamladım diyemiyorum. Nerede biter bu entegre olmak, ben nerede tatmin olurum; bakalım, onu da zaman gösterecek.
M. Haşim Yılmaz